Ara

Üç Beş Kelam

deyip geçmemeli…

Sensiz Geçen Yıllar…

Sensiz geçiyor yıllar ey Sevgili nerdesin?!.
Uzak kaldık biz Senden, Sense hep kalblerdesin;

Bir gülsün, bir bülbülsün, hiç dinmeyen nağmen var,
Yaşıyorsun her çağda ve her an dillerdesin…

Hayaline bend oldu bendegân gönülleri,
Seni yâd ediyor her an onların dilleri;
Dünya sevdalıları dünya deyip dursunlar,
Sensin aşk erlerinin biricik emelleri…

Bizler birer bendegân, Sen ise bir sultansın,
Dudağının şerbetiyle dertlere dermansın;
Senin nur iklimin âleme dâru’l-emândır,
Sen bütün kapı kullarına cansın, canansın…

Uzat ümitbahş elini yolda kalmışlara!..
“Çağ çağ!..” diyerek gidip gaflete dalmışlara;
Takılıp kalmasın “Sen” diyen asla yollarda,
Bend olmasınlar dünyaperest aldanmışlara…

Canımız Sen, cananımız Sen, gel bize can ol!..
Gönüllerimiz Senin tahtın, o tahta kurul!..
Şeytan cirit atıyor düşünce dünyasında,
Arkasından sürüklenen her çağdan daha bol…

M. Fethullah Gülen

Cemaat ve Kürtler…

Sırtımızda yumurta küfesi taşıyoruz.
Bu cümlede ki o değerli anlamı keşke her insan yeteri kadar anlayıp hayatına tatbik edebilse diyerek başlayalım yazımıza. Geçenlerde İskender Sezek beyefendinin “Cemaatin Kürtlerle İlişkileri” adlı kaleme almış olduğu bir makaleyi Thecrcl de okudum. Sonrasında altına yazmış olduğum yorumların kafi gelmeyeceği düşüncesiyle bir yazı yazmak istedim tam o sırada Engin beyden de teklif gelince böyle bir yazı kaleme almış olduk. Öncelikle fikirlere fikir ile karşı çıkılması taraftarıyım. Burada da amacım kendi hayatımdan ve etrafımda ki insanların hayatlarından vereceğim örnekler ile konunun ne kadar yanlış bir bakış açısıyla ele alındığını göstermek. Ayrıca İskender beyin yazıyı yazarken kullanmış olduğu bir kaç hususa bir Kürt olarak cevap niteliğinde olmasa bile fikri izah getirmektir.
Öncelikle kısa bir hikaye tarzında yaşadığım hayatı özetleyerek başlayacağım. Doğuda okulu olmayan bir köyde dünyaya geldim. Okula gitme yaşı gelince mecburen yaklaşık 5 km uzaklıkta ki merkez köye okula gitmek için her sabah 2 saat önceden yürüyerek giderdik. Bizim köyden 4 arkadaş her sabah bu sıkıntıyı çekerdik, yazın bizim için bu yürüyüş zevkli olsa da kışın çekilmez bir ızdırap haline gelirdi. Boyumuz kadar karın içinde bata çıka okula gitmeye çalışırdık. Okul dediğime de bakmayın camları kırık sıvaları dökülmüş eskiden bağışlayın ahır olarak kullanılan bir yeri okul diye bize vermişlerdi. Toplam 24 öğrenci oluyorduk etraf köylerden gelen arkadaşlarla beraber. Ama başımızda malesef öğretmen yoktu ve muhtar bize ders veriyordu. Öğretmenin olmadığı köye istisnasız her sabah asker gelir hepimizi dışarda sıraya sokar eskiden var olan şimdi kaldırılan “Andımız” ı okuttururlardı. Hiç bir kelime Türkçe bilmememize rağmen biz her sabah onu bir şiir neşvesiyle ne dediğimizi anlamadan okurduk. Birinci sınıf böyle bitmişti.
Tabi o tarihler terörün doğu ve güneydoğuda tavan yaptığı yıllardı. Başımızda Jitem denen bir Allah belası vardı. Köyümüzü gece terörist basardı evde varolan erzağın yarısını zorla alırdı. Gündüzde jitemciler gelip niye yardım ettiniz diye dayak atardı. Gece teröristten gündüz askerden dayak yiyerek büyüdük. E tabi can güvenliğinin bu kadar sıkıntılı olduğu bir yere kim öğretmen olarak gelirdi ki? Derken ikinci sınıfın başında bizim köye gönüllü şark hizmeti isteyerek gelen 25 yaşında gencecik melek gibi bir öğretmen geldi. İsmi Ahmet’ti ve bizi kendine aşık etti diyebilirim. Sınıfa ilk girdiği anı hiç unutmuyorum. Gözleri yıkık virane duvarlar arasındaki çocuklara bakarken; sınıfın ortasında yanan sobanın sıcaklığı değilde o gözlerde ki sıcaklık yakıyordu sanki beni. Hizmetin evlerinde yetişmiş ve öğretmen olmuş bu genç dava adamı bizimle konuşmaya başladı ama ne biz onu anlıyorduk ne de o bizi anlıyordu. Çok az Türkçemiz onu anlamaya yetmiyordu. Oturdu ve hepimizi iyice süzdükten sonra dedi ki: “Herşeye beraber başlayacaz çocuklar.”
Önce okulu adam akıllı bir hale getirdi. Sıra,kalem,masa,sandalye,önlük derken resmen öğrenci olmuştuk. Yetmedi gitti bizim için Kürtçe öğrenmeye başladı ve bize Kürtçe ile Türkçe öğretti. Ne ana dilimizi unuttuk nede Türkçeden mahrum kaldık. Bizim oranın insanı vefalıdır, köylülerde Ahmet hocanın yemeğinden tutun çamaşırına kadar herşeyini yapıyordu. Günler geçiyordu ama sıkıntılar ortaya çıkmaya başladı. Teröristlerin tehditleri bir taraftan jitemin saçma sapan baskıları diğer taraftan devam ediyordu. O zamanlar oynanan oyun hep aynıydı bu iki milleti birbirine düşürmek için hep aynı pis dolaplar çevriliyordu. Gündüz jitem elbisesinde gördüğümüz adamı gece terörist elbisesizle görmek artık sıradan şeylerdi. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu farkedebilecek bir yaşta olmadığımız için düşüncelerimizde devamlı gel gitler yaşar hale gelmiştik. Yaşanılan zulüm ve baskılara daha fazla dayanamadık ve şehre taşınmaya karar verdik.
Anne-baba ayrı olan bir ailede ve dayılarımla beraber yaşamaya başladığım şehir hayatında çok farklı bir hayatın içine girdim. Ben Ahmet Kaya’yı çok severim. Kendi ağzından duyduğum bir sözde şöyle demişti. Kendisine bir gün mütedeyyin bir akrabam: “Abi neden sadece solcu veya o kesime yakın şarkılar söylüyorsun. Hiç ilahi veya ezgi tarzı bir tür söylemeyi düşünmedin mi?” diye soru sorunca Ahmet Kaya cevaben: “ Ben 16 yaşımda Malatya’dan İstanbul’a geldiğimde ilk solcular elimden tuttular ben de onların şarkılarını söyledim. Eğer siz tutsaydınız sizin şarkılarınızı söylerdim.” İşte bizde şehire göç edince ilk PKK’lı tanıdık ve arkadaşlar elimizden tuttular bizde onların sloganlarını atmaya başladık. Artık benim için hayat tamamen düşman olarak gördüğüm o mübarek ülkeyle savaşmaktan ibaretti. Derken kötü alışkanlıklar birbirini takip etti. Sigara,içki derken işin ucu uyuşturucuya kadar dayandı. Artık bir bataklığın içine girmiştim ki sormayın gitsin. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendininde dediği gibi “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni! ..”
Lise hayatım tamamen PKK’nın gençlik yapılanmasının içinde geçti. Kendi ana dilimde konuştuğum için polislerden ne kadar dayak yediğimi hatırlamıyorum bile. E yaş ilerledikçe artık hayatı ve düşüncelerinizi sorgulamaya başlıyorsunuz. Annem mütedeyyin bir insandı ama onun haricinde etrafımdaki herkes ateist bir düşünce tarzını benimsemişlerdi. Zamanla Marksist ve Leninist bir düşünce dünyasının içinde buldum kendimi. Artık bilgi olarakta kendimi ateizmde geliştirmiş ve azılı bir ateist olarak insanlarla tartışır hale gelmiştim. Kötü alışkanlıklar bir taraftan imansızlık karanlık dünyası bir taraftan ruhumu artık nefes almaz hale getirmişti. Ve lise bittikten sonra dağa çıkmaya karar verdim artık mücadelemi silahla yapmam gerektiğine herşeyimle inanır hale gelmiştim. Çünkü devamlı hor görülüp ezilme psikolojisi sizi bu hale getiriyor. Etrafınızdan da tamamen bu minvalde bir bilgilendirme olduğu için bu sonucun olması çok ama çok normal. Dağa çıkan arkadaşlar bize birer kahraman olarak gösteriliyordu. Ve sonunda dağa gittim 1 aylık bir dağda silah eğitimi aldıktan sonra üniversiteyi kazandığım için tekrar şehre gidip orda üniversite yapılanmasında olmam gerektiğini söylediler. Bende istemeye istemeye şehre geri geldim.
Üniversiteye başladıktan sonra bir vesile ile hizmetle tanıştım. O zamana kadar hizmeti; Kürtleri asimile eden dinci bir yapı olarak biliyordum. Ama ilk defa içlerine girme fırsatı oldu. Evlere gidip gelmeye başladım. İlk başlarda tek amacım oraya giden Kürt gençleri oradan çıkarmaktı. Ama zamanla ortamın çok farklı olduğunu gördüm. Mesela ilk abim diyebileceğim Erkan abim benimle kürtçe konuşuyordu ama bir Türktü ve ilk defa bir Türk tarafından dinleniyordum. İlkokul zamanlarımda kendimi Ahmet hocanın karşısındaymış gibi hissediyordum ve huzurlu oluyordum ama yaşadığım onca sıkıntı zulümde unutulacak cinsten değildi. Yapılan muhabbetler gösterilen saygı,insanlık beni o kadar derinden etkilemişti ki anlatılması imkansız. Derken artık akşamları da evde kalmaya başlamıştım. Zaten hayatımın değişmesine o evde kalmalar vesile oldu. Ateist ve Kürt olmama rağmen beni aralarından dışlamıyorlardı ve evlerinde bile kalmama izin veriyorlardı bunun nasıl bir anlam taşıdığını kolay kolay kimse anlayamaz. Birgün oturma odasında uyurken gecenin bir yarısında Erkan abinin gelip başımın ucunda namaz kıldıktan sonra oturup benim için ağlaya ağlaya dua ettiğine şahit oldum. O gece sabaha kadar uyuyamadım nasıl olurda bir insan sadece bir kaç ay tanıdığı ve ateist olan birisi için bu kadar içten ve samimi dua edip gözyaşı dökebilirdi. Bu yaşıma geldim öz annem bile bana böyle dua etmemiştir. Bunu bütün samimiyetimle söylüyorum. Zaman geçtikçe yapılan muhabbetler Erkan abinin gözyaşları tesir etti ve Elhamdulillah iman şerefiyle şereflendik. Ve yepyeni bir hayata göz açmış gibi herşeye sıfırdan başladık. Bu hizmet, bağımlısı olduğum uyuşturucuyu bırakabilmek için beni 6 ay boyunca tedavi ettirdi ve onuda bıraktık çok şükür. Hele birde Risaleleri ve Hocaefendinin eserlerini okudukça artık hayat benim için anlam kazanmış ve dünyam değişmişti.
Şimdi yazımızın konusundan çıkmamak adına bazı yerleri kısaca anlattığım bu hikaye eşliğinde ve aşağıdada ifade edeceğim hususlar çerçevesinde İskender beyin yazısını tekrar okumanızı öneririm.
Öncelikle bu hizmetin sırtında taşıdığı yumurta küfelerindeki yumurtaların hiçbirisinin aynısı olmadığını unutmamak lazım. Bu yumurtalardan bazıları daha uzun vadede bazıları daha kısa vadede civciv verecektir. Bu hizmetin teorisinde hiçbir problem ve sıkıntı gösteremezsiniz çünkü hepsi kitap ve sünnete dayanmakta. Ama sonuçta insan eliyle pratiğe geçtiği için hataların eksikliklerin olmaması mümkün değil. Ama siz kalkıpta bir iki kişinin hatasını bu cemaatin hepsine mal ederseniz hiçbir izan ve mantıkla izah edilemeyecek bir karanlığın içine atmış olursunuz kendinizi. Şimdi eğer siz Ahmet hocanın fedakarlığını Erkan abinin gözyaşı ve dualarını kalkıpta TV ekranlarında hata yaptığını iddaa ettiğiniz kişilerin hataları için sıfırlarsanız bende size bu nasıl bir hak ve adalet anlayışıdır diye sorarım. Sizinde vicdanınıza sormanızı öneririm. Velev ki İskender beyin yazısında zikrettiği isimler yanlış yapmış olsun siz nasıl olurda bu şahısların hatasını bütün cemaatin yaptıkalarını sıfırladıkalrını ileri sürebilirsiniz.
Ben yıllarca hizmet evlerinde kaldım. Orta Asya’ da da hizmet etmeğe çalıştık. Evlerde kaldığım yıllarda Kürtçe bilen arkadaşlarla devamlı Kürtçe konuşurduk ve hiçbir kimse bunu yapamazsınız demedi. Onlarca Kürtçe kitap okurduk. Kürtçe müzikler dinlerdik. Hatta çoğu Türk arkadaşa da Kürtçe öğretmişimdir. İskender bey kendi yazısında bir kaç müşahhas örnek vermiş ve o örnekler üzerinden cemaatin bütün yaptıklarını sıfırlamış. Peki ben şimdi yazabileceğim onlarla müsbet müşahhas örnek üzerinden STV de yapılan hataları ortadan kaldırıp bu cemaat hata yapmadı diyebilirmiyim. Nasıl ki ben bu hataları gözardı edemezsem İskender beyde yapılan bu kadar müsbet olayı yok sayamaz. Bende Tek Türkiye ve bu minvalde ki dizileri tasvip etmiyordum. Kaç kere de gerek mektupla olsun gerek başka yollarla bunu ifade ettim. Ama bu hata beni hak bulduğum yoldan çevirmemesi gerekirdi nitekim çevirmedide. Güneydoğuda da hizmette vazifeli olarak bulundum. Bir hayli yerde Kürtçe muhabbetler oluyordu. Kim olmuyordu derse hata etmiş olur.
İskender bey yazısında; “Kürtçe bir kitap okuyanlara veya Kürtler adına herhangi bir talepte bulunanlara Kürtçü veya PKK’lı nazarıyla bakılıyordu.” diyor. Ardında da yazısının bir yerinde; “Cemaatin her kurumunun en tepe noktalarında Kürtleri görmek mümkündü ama Kürtçe bir kurum bir Kürd’e teslim edilemedi, edilemezdi de çünkü “ola ki o kişi milli duygularının tesirinde kalabilir ve yanlış şeyler” yapabilirdi.” diye devam ediyor. Şimdi soruyorum İskender beye Kürtçe konuşanlara bile PKK lı nazarıyla bakıldığı bir cemaatte nasıl olurda Kürtler en tepe noktalara getirilebiliyordu. Eğer dediğiniz gibi olsaydı benim ve benim gibi bu cemaatte tanıdığım çoğu Kürt arkadaş Kürtçe konuştukları halde nasıl oldu da yönetici ve idareci oldular. Dünya TV nin başına bende bir Kürt arkadaşın gelmesini isterdim ama bunun olmaması cemaatin Kürtlere negatif ayrımcılık yaptığı anlamını çıkarmaz. Yine yazının bir bölümünde doğu ve güneydoğuda hizmetin vazifelendirdiği arkadaşların daha önce ülkenin doğusuna hiç gelmemiş ve kürtçe bilmeyen insanlardan seçildiğini idafe etmiş. Belki ilk yıllar olarak bakıldığında bu eleştiri haklı olailir ki; bu normal çünkü bu hizmetin geçmişi ve olgunlaşma sürecine bakarsanız ilk olarak batı şehirlerinden doğuya doğru gelindiğini görürsünüz. Böyle bir durumda ilk olarak batıda yetişen arkadaşların doğuya gönderilmesi normal olsagerek. Ama son 15 yıldır doğu ve güneydoğudaki vazifeli arkadaşların çoğusu kürtçe bilen ve o coğrafyanın insanıydı. Diyelim ki İskender beyin verdiği örnekte ki gibi adam gelmiş yıllarca kalmış ve bir kelime Kürtçe öğrenmeyip bununla da övünerek bir hata yapıyor. Bu bile bu cemaatin yargılanacağı birşey değildir. Bu cemaat oraya çoğunlukta Kürtçe bilen ve konuşan arkadaş göndermişken bir iki tane böyle densizin ortaya çıkması cemaatin yanlış yaptığı anlamını çıkarmaz.
Türk okulları ve Türkçe olimpiyatları meselesine gelecek olursak. Bakın eğer meseleye siyah veya beyaz çizgiler olarak bakarsanız ara renkleri görmeden hayatınızı kendinize zindan edersiniz. Şimdi bu cemaat maddi kaynaklarının çoğusunu Türk işadamlarından alıyordu. Ayrıca gidilen ülkelere Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olarak gidiliyordu. Yani Türkiye Cumhuriyetinden çıkan bir hareketin Türk okulları açması normal bir durum değilmi sizce. Yani ben bir Kürt olarak gittim o okullarda yeri geldi çocuklara Türkçe yeri geldi Kürtçe öğrettim. Şimdi siz bu örneklem üzerinden diyorsunuz ki neden doğu ve güneydoğuda cemaat okullarında seçmeli Kürtçe dersi verilmedi. Bakın bir kere Türkiye’de 2012 yılında üniversitelere Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü açıldı ne ara ordan Kürtçe öğretmenleri mezun oldu da cemaat onları alıp okullarda öğretmen yaptı diye sormazlar mı size. Bu cemaatin amacı insan yetiştirmek iyi bir Türk veya Kürt yetiştirmek değil. İnsan yetiştirirkende bütün insanlığın kabul ettiği değerler üzerinden yetiştirirsiniz. Hizmetin anlattığı değerler Kürtlerde de Türklerde de aynı değerler. E amaç iyi bir insan yetiştirmek ise ve bu yola insani değerler ile gidiliyorsa sonuca bakmanız gerekmez mi? Bakın benim köyümde hala daha bir okul yok ve benimle beraber okuyan o 24 öğrenciden 10 tanesi dağda hayatını kaybetti malesef. Benim köyümden üniversite okuyan tek kişi benim.Ama aynı köyde geçen seneye kadar hizmetin bir okuma salonu vardı. Şehir merkezinden üniversiteli arkadaşlar saatler süren yolculuğun sonunda gelip köyde haftasonları kalıp çocuklara bu insani değerleri Kürtçe de Türkçe de anlatıyorlardı. Şimdi o okuma salonu kapatıldı oraya bunları anlatmaya giden arkadaşlarda cezaevlerine atıldı. Siz şimdi nasıl olurda bu kadar hassas düşünerek haraket eden bir cemaati bir kaç tane kötü örnek üzerinden yargılamaya kalkarsınız. Türkçe olimpiyatlarında kaçtane Kürtçe şarkı söylendi. Afrikalı çocuğa bu cemaat Kürtçe şarkı söylemeyi öğretti. Adının Türkçe Olimpiyatları olması benimde başından beri kabullenmediğim birşey ama bırakında yurtdışında Türk okulları adı altında açılmış okulların düzenlediği dil olimpiyatlarına Türkçe Olimpiyatları denilsin. Ama şimdi siz bunu alıp sanki Kürtlere birşey yapılmıyor havasına sokarsanız insaf sınırlarını zorlamış olursunuz.
Bir Kürt olarak benim isteğim nedir diye sorarsanız. Dilimi konuşabilmek ve yeni nesillere öğretebilmek. Etnik kimliğim yüzünden negatif ayrımcılığa maruz kalmamaktır. İlk etapta akla gelen bu isteklerin hangisine bu cemaat engel olmuş. İnsani değerler öğretilerek yapılan hatalara haksızlıklara karşı silahla değil kalemle bilgi ile karşı gelinmesi gerektiğini öğreten bu cemaat bunun neyini yanlış yaptı. İskender bey yazısının bir yerinde: “Devlet ile problemli bir kitlenin karşısına devletin argümanları veya benzer argümanlarla çıktığınızda o kitle tarafından devlet ile aynı kategoriye konmaktan kurtulamazsınız ve artık onların nazarında inandırıcılığınız kalmaz. Çünkü dağın yolunu kapatmak bir cemaatin değil devletin vazifesiydi.” diyor. Soruyorum İskender beye benim çocukluğumda bu devlet ben dağa çıkayım diye elinden geleni yaptı. Ve dağa tekrar çıkmama bu hizmet engel oldu. Bu cemaat hak ve hakikati bana göstererek gerçek insani değerlerle bu haksızlıklara karşı nasıl mücadele edeceğimi gösterdi diye hata mı yaptı. Ne yapsaydı dursaydı da diğer dağda hayatını kaybetmiş arkadaşlarım gibi bende orda mı ölseydim.
Yazacak daha çok şey var ama yazımızın sonunda şunları hatırlatmakta fayda görüyorum. Eleştiri insanı iyiye götürecek tavsiyelerde bulunursa eleştiridir yoksa sadece kötü örnekler verilip doğrusu tavsiye edilmediği müddetçe tenkitten öteye geçmez. Eleştiri yapalım. Yapmayalım demiyorum ama bunu yaparken bu kadar acımasızca bir iki kişinin yaptığı hatadan dolayı bütün bu kadar güzelliği yok ederseniz bu eleştiri değil haksızlık olur. Ayrıca bence insan içinde olmadığı zorluğunu çekmediği eğrisini doğrusunu görmediği bir mesele hakkında yorum yaparken çok dikkatli olması gerekir.

12.06.2018
Almanya

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑